16 Haziran 2015 Salı

K. Karpozilos: Tarihin sözü. Syriza ve Solun Geleceği

25 Ocak 2015’te, tarih atmosfere hakim oldu. Syriza’nın iktidara yükselişini kutlamak için toplanan coşkulu kalabalık, Alexis Tsipras’ı “şimdi solun zamanı” diye karşıladı. Geçmiş mücadelelerin anıları umutla harmanlandı ve yeni başbakan da büyük beklentileri ateşleyerek duruma uydu. Sözlerine “Bugün Yunan halkı tarih yazdı” diye başlayarak sadece Yunanistan için değil, Avrupa projesinin bütünü için yeni bir dönem vaat etti.

1989 sonrası dünyanın Batı Avrupası’nda ilk defa, egemen Avrupa Birliği politikaları olan kemer sıkma ve demokrasi karşıtı uygulamaları doğrudan hedef alan bir sol parti iktidara geldi. Başarıdan başı dönen Yunan solu, Avrupa halklarını saflara çağırdı. Yunanistan’da seçim gecesi, Avrupa tarihinin rotasını değiştirmeyi vaat etti.

Üç ay geçti ve tarihin vaadi belirsizlik içinde. Syriza’nın iktidara yükselişi, Avrobölgesi bilmecesinin çözülmesi doğrultusunda kararlı bir adım atıldığı anlamına gelmedi. Atina’da ne solun çeşitli kesimlerinin umut ettiği devrim ne de ana akım yorumcuların öngördüğü felaket gerçekleşti. Yunan hükumeti baştaki şevkini kaybederken Yunanistan da kararsız bir istikrar iklimin ortasındaki uzun süreli görüşmelerin merkezinde yer almaya devam ediyor. Egemen Avrupa güçleri egemen olmaya devam ediyor ve Syriza’nın alternatif önerileri kemer sıkma gündemini yeniden şekillendirmedi. Şu anda şahit olduğumuz şey Yunan hükumetinin Avrupa Birliği yetkililerinin talepleri doğrultusunda dikkatlice pozisyon alması. En iyi senaryo gerçekleşse bile Yunan hükumeti belki küçük düşürücü bir teslimiyeti önlemiş olacak ama öyle olsa bile kesinlikle vaatlerinin gerisinde kalacak.


Bu gelişmeleri dikkate alarak sol, Avrupa göklerindeki ışıkların yaklaşan fırtınanın habercisi olduğu inancına tekrar bakmalı. 2009’dan bu yana olayların akışını belirleyen, Avrupa solunun beklediği kıyamet anını etkili bir şekilde ertelemeyi başaran Avrupalı elitlerdi. Kapitalist krizin tarihteki örneklerinin aksine, toplumlar ani bir çöküş veya şoke edici bir iflasa tanık olmadı. Bunun yerine, Avrupa toplumları, gündelik koşulları aşamalı olarak değiştiren, hatta alternatif yanıtları şekillendiren bir mali bunalımın baskısı altında yavaşça parçalanıyorlar. Syriza’nın iktidara gelişi ani bir gelişme gibi görünebilir ama aslında öyle değildi. Solun üstün gelmesi, yönetimdeki partilerin neredeyse üç yıl devam eden değişmeyen ve uzun süreli düşüşü sayesinde oldu.

Yeniden çizilmeyen bir harita

Syriza’nın durumu, Avrupa solunun temel sorununa işaret ediyor: Avrobölgesinin krizi ve sosyal sorunun yeniden ön plana geçmesi Avrupa’da yeni bir siyasi harita üretmedi. Büyüyen eşitsizliğin politik radikalleşmeyi ve solun canlanmasını getireceği beklentisi boşa çıktı. Syriza haricinde sol, sosyal hoşnutsuzluğu ve sosyal hareketlerin yükselişini Avrupa Birliği içerisindeki egemen güçlerin karşısına etkili bir şekilde dikilebilecek yeni bir paradigmaya çevirmekte başarılı olamadı. 2014’teki Avrupa seçimlerinin, en azından İtalyan, Alman ve Fransız solu için vasat bir şekilde sonuçlandığı söylenebilir. Yakın zamandaki Britanya seçimleri ve İspanya’nın Podemosu’nun durgunluğu ve tutarsızlığı sorunun ileri boyutta olduğu gösteriyor. Bu bağlamda, olası bir Syriza başarısızlığı –hükumetin çöküşü veya daha kötüsü teslimiyet- “Başka Alternatif Yok” dogmasına karşı mücadelenin sınırlarını göstereceği için Avrupa soluna büyük hasar verecek.

İktidardaki neoliberal ve gerici güçler tarafından çizilen Avrupa’nın bu cesaret kırıcı politik haritasında, ilerici ulusal bir çözüm için herhangi bir çabanın sonu kötü oluyor. Bu özellikle Avrupa’da merkezin dışındaki ülkeler için geçerli. 1990’larda “Yunan mucizesi” olarak kutlanan eşsiz büyüme, ulusal ekonominin ideolojik ve mali olarak Avrupa Birliği tarafından destekli yapısal dönüşümü temelinde gerçekleşti. Tarımsal üretimin ve küçük ve orta ölçekli işletmelerin düşüşü modernizasyon olarak selamlanırken Yunan kapitalistleri, düşük ücretlerin ve kuralsızlığın avantajını kullanmak için işlerini Balkanlara taşıdılar.

Bu yapısal dönüşüm son birkaç yıl içinde belirginleşti. Ana akım medyanın kişisel tasarrufların yabancı bankalara aktarılmasına odaklanmasına rağmen geleneksel olarak vergi kaçıran gemi sahipleri ve elitler, mali işlemlerini hemen sınır ötesine taşıdılar. Tarihçi Chrisyos Hadziiossif’in söylediği gibi bu dönüş, ulusal ekonominin yeniden ayağa kaldırılması için uğraşan hükumete destek vermeyen ulusal elitlerin tutarsızlığını açıklıyor. Avrupa Birliği’nde müttefiki olmayan Syriza’nın, Birlik çerisindeyken bir ulusal yeniden inşa gündemi çıkmaza girmiştir.

Bu çıkmaz durumu, Syriza’nın kemer sıkma politikalarının yükünü hafifletmeyi hedefleyen beklenilen iç reformları yasalaştırmakta gönülsüz olmasına yol açtı. Asgari ücreti 750 avroya çıkarma, büyük şirketlere vergi, büyük çaplı istihdam programları uygulanmadı. Boğucu mali gerçekliğe sıkışan hükumet, insani krize karşı acil müdahale edebilmek için sınırlı kaynaklara sahip.

Sorun sadece mali de değil. Syriza yeni bir sosyal örgütlenme ve politik katılım paradigmasını getirmeyi hedefleyerek iktidara gelmişti. İkinci nesil göçmenlere yurttaşlık verilmesi gibi bazı önemli adımlar dışında genel resim hoş değil. Krizin ilk yıllarında büyüyen taban hareketleri sessiz ve kemer sıkma politikalarına karşı gündemlere sahip yerel yöneticiler alternatif yerel politikalar üretmekte başarılı olamadılar. Daha üst seviyedeki girişim eksikliği bazen çarpıcı oluyor: yeni hükumet örneğin devlet ve Ortodoks Kilisesi ilişkisi, eşcinsel evlilik veya daha basit olarak ulusal tatillerdeki pahalı askeri geçit törenlerine son verilmesi gibi bir değişime işaret edecek konularda liberal reformlar yapmadı. Bu alarm verici gelişmeler, Syriza’nın çetrefilli sorunları görmezden gelme kararını gösterdiği gibi aynı zamanda Yunan solu içerisindeki, yeni başlangıç konseptini bozan muhafazakâr güçlerin canlandığını gösteriyor.

Kazan-kazan çözümü yok

Beklentiler ve gerçeklikler arasındaki fark Syriza’nın seçim başarısına zemin teşkil eden çelişkiyle bağlantılı. Avrupa solunun çoğunluğunun Syriza’daki radikal eğilimlere odaklanmasına rağmen partinin söylemindeki dönüşüm çok daha önemliydi. Syriza, seçmenleri sağın yürüttüğü felaket propagandasının temelsiz olduğuna ikna edebilmek için radikal değişikliğin çok maliyetli olmayacağını vaat etmişti. Syriza’nın stratejisine göre Avrupa Birliği’ndeki egemen güçler, Yunanistan’da uygulanan kemer sıkma politikalarının akıl dışı olduğu için başarısız olduğunu kabul etmeye eğilimliydiler. Bu nedenle Yunanistan’ın durgunluktan çıkmasını sağlayacak yeni bir gündemi memnuniyetle karşılayacaklar ve aynı zamanda Syriza’yı onurlu bir anlaşma için geçmişin radikal açıklamalarını bırakmaları nedeniyle takdir edeceklerdi. Bu teskin edici düşünce Yunan kamuoyuna sunuldu. Son anketler Yunanların büyük çoğunluğunun ülkelerinin Avrupa Birliği’nde kalmasını istediğini gösteriyordu. Bu nedenle Syriza’nın vaadi bir kazan-kazan durumu gibi geldi: Kemer sıkmanın Avrobölgesi içerisinde sonunun gelmesi.

Egemen neoliberal modelin akıl dışı karakterine yapılan vurgunun teskin edici bir etkisi oldu ama zorlu soruyu gözden kaçırdı: Ya Avrupalı elitler, egemen ekonomilerin maddi çıkarlarını garanti altına alan bir politikayı bilinçli olarak güdüyorlarsa? Eğer durum gerçekten de böyleyse sol, Avrupa Birliği’ne dair pozisyonu üzerine düşünmeli. Eğer Avrupa Birliği’nin yapısı en ufak bir reforma dahi izin vermiyorsa o zaman sol politik tasavvurunu Avrupa Birliği’ndense yeni bir Avrupa projesine doğru genişletmeli.

Bu şekilde bir gerekçelendirmede bir kazan-kazan durumu olamaz ama Avrupa solu içerisinde, var olan çerçeve içerisindeki istikrar kavramları arasında veya öngörülemez sonuçlar yaratacak radikal bir kırılma tahayyülüyle ilgili bir tartışma başlayabilir.

 İktidar ve sol

Bu ikilem, unutulan “iktidardaki sol” konusunun yeniden tartışılması gerekliliğinin altını çiziyor. 1989 sonrası dönemde, her yapı ve ideolojik çeşitlilikteki Avrupa solu, pek çok konuda kendisini düşüşe ve marjinalleşmeye sevk eden şiddetli ve eşsiz bir varoluş krizi yaşadı. Sol, bundan kurtulmayı başardı çünkü zafer kazanan neoliberal gündeme karşı eleştirel bir analiz getirdi ve Soğuk Savaşın sonunda ortaya çıkan refah sözlerinin yetersizliğini vurguladı. Ama yaşadığımız dünyanın keskin eleştirisini alternatif bir düzen önerme çabası izlemedi. Vurgu, daha farklı bir toplumsal düzenin olasılığı üzerineydi (Sosyal Forum sloganı olan “başka bir dünya mümkün” gibi)

Yunanistan’ın durumunda, solun politik iktidar sorusundan uzaklaştığı gerçeği 1990’larda merkez sol Pasok’un kurduğu hükumetlere katılmama kararıyla görüldü. Zamanının yaygın eğilimlerine bakarsak zor bir tercihti ama Yunan kapitalizminin başarı hikâyesinin çökmeye başlamasıyla birlikte değerini gösterdi. O noktada Syriza, sosyal hoşnutsuzluğu acil değişim arayışına dönüştüren somut hedefler önererek unutulan “sol iktidar” sözcüklerini fısıldadı. 2012’den bu yana pek çok şeyin değişmesine rağmen 2015 seçimlerinin sonuçları Syriza’nın, solun sadece bir protesto gücü değil ama iktidar için mücadele eden politik bir güç olması gibi unutulan konulara değinmesi tercihinin başarısını onayladı.

Şimdi, Syriza’nın tarihi başarısının getirdiği coşkudan sonra, Yunan solu yeni bir dizi soruyla karşı karşıya. Yıllar boyunca radikaller kazanmanın ne anlama geldiğini düşündüler. Şimdi kazandıklarına göre kazanmanın bir alternatif için yeterli olup olmadığı gibi daha karmaşık soruları yanıtlamaları gerekiyor.  

21. yüzyılın Avrupa projesi

Solun çözümü geçmişin tekrarında, artık olmayan bir dünyanın vaadinde olamaz. Nostalji, krizin ilk zamanlarında Avrupalıları bir çıkış olduğuna ikna etmeye çabalayan sol, defalarca tarihsel paralellikler kurduğu için revaçtaydı. Alexis Tsipras devamlı olarak günümüzdeki borç kriziyle savaş sonrası yeniden inşa arasında paralellikler kurdu ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya’ya sunulana benzer bir çözüm önerdi. 2013’te Avrupa Komisyonuna adaylığını duyururken Guardian’da yazdığı kısa yazıda Avrupa’ya “devleti yeniden şekillendirerek insan haklarının korkunç şekilde ihlal edilmesinin engellenmesi, büyümenin yeniden sağlanması ve tarih boyunca Avrupa sosyal modeline katkıda bulunan önlemlerin uygulanmasıyla birlikte yüksek kaliteli, kalıcı işlerin yaratılması” çağrısında bulundu.

Keynesçiliğin kayıp dünyasının sesi yükseltmenin Avrupalı elitleri neoliberal politikalardan geri adım attıracağına inanmak naiflik olur. Aynı zamanda eğer Syriza’nın devrimci bir gündemi olsaydı her şey başka türlü olurdu diye düşünmek de eşit derecede naiflik olur. Burada önemli olan bir talepler listesi değil. Bu taleplerin gelecek için bir vizyon ifade edip etmediği ve Avrupalı elitleri baskı altına alıp taviz vermesini sağlayacak bir destek hareketi yaratıp yaratmayacağıdır.

Solun atması gereken ilk adım Avrupa Birliği yapılarına karşı duruşunu tartışmaya başlaması ve 21. Yüzyıl için alternatif bir Avrupa projesini planlamak olmalı. Bu akademik bir tartışma değil ve basit bir şekilde geçmişin AB karşıtı veya yanlısı duruşlarına dönülmesi faydalı olmaz. Avrupa Birliği içerisinde 1990’lar sonrasında yaşan yapısal değişiklikleri ve bu yapıdaki politik alternatiflerin deneyimlerini hesaba katan açık bir tartışma olmalı.

 İkinci önemli konu ise enternasyonalizmin soyut kavramlarının somut hedeflere dönüştürülmesini gerektiriyor: Avrupa solunun partileri ve güçleri ortak bir dilden ve daha da önemlisi ortak ve paylaştıkları bir projeden yoksunlar. Yapılan çok sayıda forum ve atölyeler ulus ötesi sosyal ve politik hareketler üretmedi ve sendika federasyonları pek çok durumda sadece muhteşem bir geçmişi hatırlatan başlıklardan ibaret. Eğer Avrupa solu, Avrupa çapındaki ücret farklılıklarına veya Avrupa’nın 21. Yy’da üreteceği herhangi bir soruna yanıt olamazsa egemen kemer sıkma politikaları veya gerici Avrupa karşıtı hareketlerle mücadele edip edemeyeceği sorgulanır hale gelecek.

Son soru solun örgütsel yapısıyla ilgili. Tarihsel kurumların kalıntılarının ve daha yenilikçi yerelleştirilmiş yapıların her ikisinin de davaya aktif katılımı ve bağlılığı cesaretlendirmekte epey başarısız olduğu kanıtlandı. Bu soru üzerine tartışmanın eksikliği solun neden Avrupa çapından kendisini dinamik bir güce çevirmekte başarısız olduğunu gösteriyor. Sol, değişime açık olduğunu göstermeli ve liyakat gerekliliğini günümüzde anlamlı olan demokratik pratiklerle birleştirmeli ve aynı zamanda günümüzde yurttaş olmanın ne anlama geldiğini gösteren farklı bir vizyona işaret etmeli.

Kapitalizmin tarihi kriziyle karşılaşan sol, tarihe sıkışmış gibi görünüyor: kendi başarısızlıklar tarihi ve Kabul görmeyen Analiz ve taktiklerin tekrarı. Bu hem reformistler hem de devrimciler için eşit derecede doğru. İlki savaş sonrası kapitalizmin sosyal sözleşmesine geri çekiliş rüyasını, ikincisi kitlelerin her zaman hazır olduğu ve sadece doğru liderliğe ihtiyaç duyduğu inancına dayanan tarihin tekrarı rüyasını görüyor. Her iki modelde Avrupa solu içerisinde denendi ve başarısız oldu. Bu başarısızlık kimsenin üzerinde konuşmak istemediği bir gerçek.

21. yüzyılın solu yakın gelecek programı ve radikal olarak farklı bir dünya vizyonu arasından bir sentez yapmaya çalışmalı. İktidardaki Yunan solunun bu senteze ön ayak olmak için eşsiz bir fırsatı var. Syriza temsilcileri defalarca “Yunanistan’ın Avrobölgesi’nin dışında mı içinde mi olmasını istiyorsunuz?” sorusuyla karşı karşıya kaldılar. Şimdi solun bu sorunun farklı bir şekilde sorması gerekiyor: Avrobölgesinin yakın gelecekte Yunanistan gibi olmasını mı istiyoruz? Eğer istemiyorsak, sadece Yunanistan’da değil Avrupa çapında gündelik koşulları devrimcileştirecek reformist değişiklikleri kuşatacak radikal bir projenin zamanı geldi.

Kostis Karpozilos. Tarihçi, Princeton Üniversitesi’nde doktora sonrası araştırma görevlisi. AnalyzeGreece! Editör kurulu üyesi

Analyze Greece! 

Çeviri: Kontra Salvo 

0 yorum: