GUE/NGL

Geçen Eylül’de yapılan seçimlerde, seçmenler SYRIZA’nın iki eksene dayanan yeni siyasi programını kabul etti:

GUE/NGL Milletvekillerinin Diyarbakır’ın Sur İlçesine Girmelerine İzin Verilmedi

GUE/NGL heyeti, Türkiye ziyaretine dair raporunu Strazburg’da 8 Mart günü saat 17.30’da açıklayacak.

GUE/NGL

Cizre sakinlerine yönelik ölümcül saldırıları en güçlü şekilde kınıyoruz.

13 Aralık 2010 Pazartesi

Bizimkileri Özgür Kılmak Ellerimizdedir...

Bizde devlet iki tür katil yaratır: Gerçek olan ve gerçek olmayan. Gerçek olanın yaşı küçültülür, cezası indirilir, gerçek olmayanın yaşı büyütülür, idam edilir.

İdam edilenler bizimkilerdir.

Bizimkiler, önce abimiz/ablamız ve arkadaşımız olurlar, sonra kardeşimiz ve çocuğumuz. Nasıl mı olurlar? Çünkü bizimkiler hiç büyümezler. Bizimkilerin resimleri sararıp solsa bile aslında kendileri hiç yaşlanmazlar. Bizim boyumuz uzar, bıyığımız terler, yüzümüz çizgilenir, saçlarımız ağarır, belimiz bükülür ama onlar hep öyle genç, öyle dinç kalırlar.

16 Kasım 2010 Salı

Açık Mavi Yakalılar...

Belki biliyoruz ama yine de bir kaç tanımdan başlamak doğru olacak.

İşçi: Belirli bir ücret karşılığı emek gücünü satan ve üretim araçlarına sahip olmayan birey.

Mavi Yakalı: Emek gücünü satarken kol gücünü kullanan ve üretim araçlarına sahip olmayan birey.

Beyaz Yakalı: Aynı emek gücünü satarken kafa gücünü kullanan ve üretim araçlarına sahip olmayan birey.

Bu iki yaka arasındaki kol-kafa gücü ayrımı yanında bir diğer ayrım da mavi yakalıların işçi olduklarını kabul etmeleri, beyaz yakalılarınsa bunu kabul etmemesi. Kravat takan veya döpiyes giyen beyaz yakalı kendini birden sınıf atlamış olarak hissediyor ve beyaz yakasını düzelterek alımlı ve de çalımlı bir şekilde işinin (masasının) başına geçiyor.

27 Ekim 2010 Çarşamba

Kemalist Hulk...

Çizgi roman kahramanı Hulk’u bilirsiniz. Bilmeyenleriniz varsa bilenler bilmeyenlere anlatsın demiyorum ve özet geçiyorum. Hulk denen kahramanımızın ortaya çıkış hikâyesi kısaca şöyle:

Hulk, Bruce Banner isimli bilim insanının, çölde yapılan bir nükleer deneyde gama ışınlarına maruz kalması üzerine harekete geçen mutasyonlar sonucu ortaya çıkan kahramandır. Banner aslında zeki ve mantıklı bir bilim insanı olmasına karşın, sinirlendiği ve heyecanlandığı zamanlarda çok kısa bir süre insanüstü bir güce sahip olan ve aşırı duygulandığında öfke patlaması yaşayan bir dev olan Hulk' a dönüşür.

12 Ekim 2010 Salı

Şapkadan Tavşan, Soldan Liberal Çıkartmak...

Son zamanlarda hatta biraz daha geri gidelim, son yıllarda, bazıları şapkadan tavşan çıkartan sihirbazlara özenerek soldan liberal çıkartmaya çalışıyor. Biraz ciddileşirsek şöyle de tarif edebiliriz: söylenenleri, konuşulanları kendilerince yorumlayarak birilerinin liberal olduğunu iddia ediyorlar. Daha da ciddileşip! sol jargonla ifade edecek olursak -ki bu onların eminim çok hoşuna gidecektir-: söylenenleri maniple edip var olandan farklı bir şekilde göstermeye çalışarak zihin bulanıklığı yaratmaya çalışıyorlar.

10 Ekim 2010 Pazar

Kimi Kandırıyorsunuz?

Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Ruhi Su, Yılmaz Güney gibi kişiler, parasız -bilimsel eğitim isteyen öğrenciler, özgürlük isteyen kadınlar ve eşitlik isteyen Aleviler gibi topluluklar...

Ortak özelliklerini hepimiz biliyoruz sanırım. Kesişim kümeleri yıllar boyunca devletten çok çekmiş, eziyet görmüş, acı çekmiş kişiler ve topluluklar olmaları. Kimi vatandaşlıktan çıkartıldı ve ülkeden gönderildi, kimine tedavi edilmek için dahi ülkeden dışarı çıkmasına izin verilmedi. Kimi yakıldı ve sürüldü, kimi dayak yedi ve sürüklendi. Yani hepsi için devletin çeşitli tezgahlarından geçip, bir tür boylarının ölçüsünü almış kesimler denebilir. Tabi burada devlet dediğimiz marksist tanımla ve -biraz kabaca- “egemen sınıfın baskı aracı” olarak değerlendirilen örgütlenme. Hani şu CHP'nin, ulusalcıların ve/veya KKB'den muzdarip kişilerin “biz kurduk, valla biz kurduk” diye övündükleri yapı.

9 Ekim 2010 Cumartesi

Kâr Oranının Düşme Eğilimi Nedir? (sakallı ısrar ediyor...)

Bu Ikea'nın sattığı kitaplığın değeri "c+v+s" demiştik ya, işte bu hesaptaki "s" yani artı-değer aynı zamanda "kâr"dır. Sevgili İsveçli mobilya zincirimizin zenginliği bu "s"nin fazlalığı belirler. Bu kâr oranı (p) işte böyle hesaplanır:

artı-değer veya kâr / (değişen sermaye+değişmeyen sermaye) yani s/(c+v)

Zincirimiz üretim maliyetini düşürmek için sürekli teknolojik atılım yapmak yani sermayenin organik bileşimini sürekli artırmak durumundadır.

Bu da demektir ki diğer şeyler sabitken değişmeyen sermaye (c) (makineler, aletler vs.) artacaktır.

Değişmeyen sermayemiz kâr oranı hesabının paydasında olduğuna ve temel matematik bilgisi gereği paydanın artması oranın düşmesi demek olduğuna göre kâr oranı düşecektir.

7 Ekim 2010 Perşembe

Sermayenin Organik Bileşimi Nedir? (sakallıdan devamla...)

Hani şu Ikea'dan alıp evde birleştirdiğimiz kitaplık var ya, işte onun değerinin içinde kabaca şunlar var:

Değişmeyen sermaye: Yani kitaplığın raflarını, vidalarını falan yapmak için kullanılan hammaddeler, aletler, makineler vs. Kısaca "c" diyebiliriz.

Değişen sermaye: Sömürü Oranı Nedir? notunda belirtilen "Karşılığını aldığımız işgücü"dür. Kısaca "v" diyebiliriz.

Artı-değer: Sömürü Oranı Nedir? notunda belirtilen "Karşılığını almadığımız işgücü"dür. Kısaca "s" diyebiliriz.

"c+v+s" bize o kitaplığın değerini veriyor.

İşte bu değeri oluşturan değişmeyen sermayenin değişen sermayeye oranına, sermayenin organik bileşimi deniyor: "c/(c+v)"

6 Ekim 2010 Çarşamba

Sömürü Oranı Nedir? (yok yok ben bulmadım, sakallı zamanında açığa çıkarmış)

Şimdi, diyelim ki bizim günlük ihtiyaçlarımızı karşılamak için 30 liraya ihtiyacımız oluyor. Yemek-içmek, gezmek-tozmak, gazete almak, yazsa dondurma almak, kışsa sıcak çikolata içmek falan gibi...

Bunu kazanabilmek için de -şanslıysak- işe giriyoruz haliyle. Bu mal ürettiğimiz bir fabrika da olabilir, hizmet ürettiğimiz bir plaza da olabilir. Kamu olmuş, özel olmuş fark etmiyor. Burada önemli olan ücret karşılığı çalışıyor olmak.

Sabahtan akşama -ki bu devirde mesai saati aslında uyulmayan yasalara göre 8 saate tekabül ediyor- çalışıyoruz ve 30 liralık ücretimizi alıyoruz. Oh mis gibi, değil mi? 8 saat çalıştık ve ihtiyacımız olan 30 lirayı kazandık. Nankörlüğün alemi yok.

5 Ekim 2010 Salı

Otur Sıfır!

“Devlet Bahçeli sağduyulu bir politikacı”,” ülkücü hareketi sokaktan çekti”,” tam bir devlet adamı” diyenler geçen haftaki Ani’de namaz kılma manasızlığından sonra şaşkınlığa düşmüş görünüyorlar. Ülkücü hareketin antipati yaratan hatta artık kimsenin ilgisini çekmeyen bir takım sokak aksiyonlarına son verdiği gerekçesiyle Devlet Bahçeli’ye ve onun MHP’sine biçilen Sınırlı Sorumlu Milliyetçilik görevi başarısız oldu.

Seçim mitinglerindeki “ip atma” yaratıcılığından sonra bir süre durulan Bahçeli, sahneye bu kez bilimsel bir ispat denemesiyle çıktı. MHP’nin 40. yılıyla iktidar olma heveslerini tuhaf bir matematiksel işlemle, bir tür ebcet hesabıyla eşleştirmeye çalışan Bahçeli, “ip atma”yla başladığı düşüşe böylece yeni bir boyut katmış oldu. Hesabın tutmadığını ise herkes gördü sanırım.

27 Eylül 2010 Pazartesi

Biraz samimi ol be!

TDK'ya göre “içtenlik” veya “senli benli olma durumu” diye tanımlanan “samimiyet” kavramının siyasi literatürümüze neden, nasıl ve ne zaman girdiği biraz belirsiz ama son dönemde hızla popüler olduğu kesin.

Artık ana akım siyasetçilerin birbirlerini solcu, sağcı, komünist, liberal gibi siyasi içerikli kavramlarla “suçlamak” yerine “dürüstlük” ve “samimiyet” gibi niyet içerikli kavramlarla değerlendirdiği bir dönemdeyiz. Bunun nedeni partilerin ideoloji ve pratiklerinin artık birbirinden çok farklı olmamasıyla açıklanabilir belki. Her ne kadar eski alışkanlıkları gereği kendilerinin farklı olduğunu iddia etseler de Türkiye siyasetinde nitelik ve nicelik olarak etkin olan partilerin aslında oldukça benzer sosyal ve ekonomik politikalara sahip olduğu ortada. İktidardakiler ve iktidara gelme olasılığı olanların serbest piyasanın faydası, AB üyeliği, ABD'yle stratejik ortaklık, NATO üyeliği, IMF'yle kurulan ilişkiler, darbe karşıtlığı, ifade özgürlüğü vb. konularında çok da farklı düşündüğü söylenemez.

15 Eylül 2010 Çarşamba

Referandumda Sol, Solda Referandum...

Anayasa referandumu fırtınası nihayet dindi. Dindi ama bu referandum çıkan sonuçtan bağımsız olarak yani evet veya hayırın hangisinin doğru olduğuna bakmaya gerek kalmayacak şekilde solun hal-i pür melalini de ortaya çıkarmış oldu. Gerek referandum öncesi yürütülen kampanyalar gerek sonrasında yapılan analizler ve yorumlar sayesinde solun neden toplum nezdinde bindeli oranlarla ifade edilen bir ilgiye mazhar olduğunu bir kere daha görmüş olduk.

Her zaman değişimin -elbette mutlak değer içinde bir değişimin değil pozitif yönde bir değişimin- destekçisi olması beklenen solun ülkemizdeki versiyonunun -ve yine elbette hepsinin değil- referandum öncesinde gösterdiği performans bırakın mutlak değeri, tersine negatif yönde oldu. Yıllarını, ömürlerini baskıcı ve statükocu devlete ve onun kurumlarına karşı mücadele ederek geçirmiş olduklarını söyleyenler ve onları örnek alarak mücadele ettikleri iddiasında bulunanlar bir anda yetmese de küçük de olsa atılan adımın karşısında yer alan, MHP'nin de içinde bulunduğu ve CHP'nin önderliğini yaptığı hayırcı cephenin içinde zuhur ettiler.

5 Eylül 2010 Pazar

Paskalya Yumurtası Siyaseti...

Son zamanlarda sosyalist örgütlerin bir kısmı yeni bir eylem türü olarak yumurta ve boya atma işine girdiler. Solcu saymadıkları solculara kimi zaman yemek yerken, kimi zaman bir panelde konuşurken yumurta ve boya taarruzları gerçekleştirmeye başladılar.

Tabi bizi burada ilgilendiren yumurtaların organik veya fabrikasyon olup olmadığı değil. Boyanın kanserojen etkisi zaten ayrı bir yazının konusu. Bu devrimci eylemi gerçekleştirirken kullandıkları yumurta ve boyayı bakkaldan ve nalburdan kamulaştırma yöntemiyle mi aldıklarını ise bilemiyoruz. Eğer bedeli karşılığında aldılarsa fişini partinin gider makbuzuna işleyip işlemedikleri de Anayasa Mahkemesi'nin alanına giriyor.

31 Ağustos 2010 Salı

Tanrı Dağı Kadar Türk, Hira Dağı Kadar Müslüman, Himalayalar Kadar Demokrat

Ordusunun kuruluşu Atilla önderliğindeki Hun Türklerine dayanan bir milletin elbette demokrasisi de Hun Türklerine dayanacaktır. Bu zamana kadar hep Batıda ortaya çıktığı sanılan ve bu sanrı yüzünden oradan gelmesi beklenen demokrasinin aslında Doğuda ortaya çıktığı gerçeği yıllardır İsviçreli bilim insanlarının beş açılı diş fırçası, ozon delmeyen deodorant, peynir fondüsü gibi tuhaf icatları sayesinde dikkatlerden
kaçırılmıştır. İşin gerçeği ise Orhun Yazıtlarından binlerce kilometre uzakta, Avrupa’nın neredeyse ortasında geçtiğim yıllar bulunan Baytun yazıtlarının çözülmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu yazıtlara göre; Demokrasi, Hun Türkleri’nin Avrupa içlerine akınlarıyla birlikte Orta Asya’dan gelmiş en eski Şaman Türk geleneklerinden yalnızca bir tanesidir (diğerleri için bkz: pastırma, at, silah).

27 Ağustos 2010 Cuma

Referandumun Çarptığı Sol

“Evet” diyenler AKP kuyrukçuluğu yapıyorlar.

“Hayır” diyenler statüko kuyrukçuluğu yapıyorlar.

İşte, entelektüel -halk diliyle okumuş-, siyaseti bilerek yapan, örgütlü ve onlarca yıllık mücadele tarihi olan solun anayasa değişiklik referandumuyla ilgili tartışma pozisyonu kısaca ve biraz da basitçe böyle bir şey.

Karşımızda zerre kadar etkili olamayacakları bir anayasa değişikliği referandumu üzerinden birbirlerini yıpratmayı hedefleyen, bu arada o ağızlarından düşürmedikleri halkın referandum üzerine ne düşündüğünden haberi olmayan solcular var. Hatta halkın ne düşündüğünü bırakın birbirlerinin tam olarak ne düşündüklerinden dahi haberleri yok. Önlerine gelen konuyla ilgili olarak içeriğini az miktarda (neyse ki bu kadarı yapılıyor) dikkate almakla birlikte, esas olarak daha önce yaşadıkları çeşitli politik(!) ayrışmaların etkisiyle pozisyon alıyorlar. Bunun böyle olduğu birbirleri hakkında söyledikleri ve yazdıklarına bakarak anlaşılabiliyor.

Yani her güncel politik tartışmada olduğu gibi bu tartışmada da eskisiyle yenisiyle, gelenekçisiyle gelecekçisiyle sol bir bütün olarak siyaset yapmayı bırakıp kimin daha solcu olduğunu ispatlamaya çalışıyor: “Evet” diyen yeni solcular “Hayır” diyen eski solculara “solculuğunuzu gözden geçirin”, “Ergenekon'un değirmenine su taşıyorsunuz” diyor. Hayır” diyen eski solcular “Evet” diyen yeni solculara “solculuğunuzu gözden geçirin”, “AKP kuyrukçuluğu yapıyorsunuz” diyor. Her daim serbest piyasaya olan karşıtlığını vurgulayan solun, adeta iki rakip firmanın birbirinin mallarını kötüleyerek rekabet etmesine benzeyen böylesi bir serbest piyasa mantığına sahip olmasını anlamak mümkün değil.  

İşin bir başka ilginç yanı da yaftalamak konusunda tarihsel olarak başarılı bir performansa sahip solcuların bu tür sözleri sarf ettikten sonra birbirlerini diğerini yaftalamakla suçlaması. “Yetmez ama evet” diyenlerle “yetmez o yüzden hayır” diyenlerin yazdıkları yazılara bakarsak aslında hiç biri yafta iddiasından geçilmiyor. Evet, böylesi polemik tarzı yaklaşımlar kimi zaman zihin açıcı bir tartışma yöntemi olarak kabul edilebilir belki ama oldukça dar bir çerçevede yapılan bu tip tartışmalar abartıldığı takdirde etiket yazısı olmaktan öteye geçmiyor. 

Peki, bu durumdaki solu değiştirmek veya iyileştirmek mümkün mü? Eğer değişime inanıyorsak elbette bu sorunun yanıtı olumlu olacaktır. Ancak görülen o ki bu yöndeki kimi çabalar da eski siyaset yapma tarzına yenik düşüyor. Soldaki mahalle baskısı kendisini yeni olarak ifade edenlerin üzerinde bir tür solculuklarını ispat etme zorunluluğu olarak baş gösteriyor. Bunu yaparken de üzerinde tartışılması gereken konu her neyse (ki şimdilerde anayasa değişikliği referandumu) ondan hızla uzaklaşılarak sığ ve kısır tartışmalar girdabına düşülüyor.    

İşte, solun günde beş vakit dilinden düşürmediği halkın bu sığ ve kısır tartışmalara bakarak görebileceği tek şey memlekette solcu olmadığı. Öyle ya ne “Evet” diyenler ne de “Hayır” diyenler solcuysa yani herkes birbirini solcu olmamakla itham ediyorsa, bu durumda sol camianın dışından bakan birisi rahatlıkla memlekette solcu yokmuş sonucuna varabilir. En basitinden oy oranlarını dikkate alırsak bile bu bu sonuca varılmasına şaşmamak gerekiyor.   

Zaman zaman futbol maçlarında hakemlerin kötü yönetim göstermesinden şikâyet edilince alternatif olarak yabancı hakemlerin getirilmesi önerilir. Belki de kurulu düzene karşı değil de birbirlerine karşı başarılı bir şekilde mücadele eden solcular için böyle bir çözümün gündeme getirilmesi fena olmaz. Yıllardır aynı yöntemleri kullanarak başarılı olamayan, üstüne üstlük yöntemlerini değiştirmekten ısrarla kaçınanların yerine dışarıdan, farklı bakış açıları denemek işe yarayabilir.


Ya da bu karmaşık çabanın yerine gençlere daha fazla yer açılması gibi basit ve etkili bir çözüm de tercih edilebilir. Belki de referandumda kimin ne diyeceğinden çok bu önemlidir. Ne dersiniz?

15 Ağustos 2010 Pazar

Hacivat Bey ve Bay Karagöz

Onlar ki mitingde hatip, tv’de ağlak, kürsüde saldırgandırlar,
Kurnaz, politik ve demagogdurlar
Ve kahreden, seçilen ki onlardır
Destanımızda yalnız onlara yer vardır.


Baklava, kahve, cacık vs. gibi Yunanlarla çekiştiğimiz bir başka konu olan ve son anda tescil ettirdiğimiz Karagöz ve Hacivat’tan sonra yeni bir oyunumuz var artık: Recep Bey ve Bay Kemal. Bilindiği üzere Karagöz ve Hacivat taklide ve karşılıklı konuşmaya dayanan, iki boyutlu tasvirlerle bir perdede oynatılan bir gölge oyunudur. İşte şimdi biz de bu gölge oyununun post modern çağlardaki halini Recep Bey ve Bay Kemal karakterleri olarak görüyoruz. Zamanında mum ışığıyla perdeye yansıtılan gölgeler şimdi miting meydanlarında kaydedilip tv ekranlarına yansıtılan yüksek çözünürlüklü görüntüler haline dönüştü.

Bütün bir ülke, anayasa değişikliği referandumu sahnesindeki bu “neo” gölge oyununu her gün TV ekranlarında bıkkınlıkla izliyoruz. Recep Bey Kütahya’dan laf atıyor, Bay Kemal Sivas’tan yanıtlıyor. Bay Kemal Malatya’dan mesaj gönderiyor, Recep Bey Uşak’ta ortaya çıkıyor. Daha önce defalarca değiştirilen 82 anayasasıyla ilgili son değişiklik paketi Recep Bey tarafından epey abartılarak, 12 Eylül darbesiyle hesaplaşma, Bay Kemal tarafından ise tamamen saptırılarak, kayısı üreticisinin sorunlarına bile çare bulmayan faydasız bir öneri olarak sunuluyor.

Siyasi gündemimiz güncel herhangi bir konuyla ilgili olarak bir kez ortaya çıkarılmış olan basmakalıp iddiaların ha babam tekrar edilmesi ve AKP ve CHP genel başkanlarının karşılıklı atışmalarından ibaret. Bu esnada ne değişiklik önerisinin içeriğine, ne madende gömülen, tersanede ölen işçilere, ne tutuklanan BDP’li siyasetçilere, ne çatışmalarda ölen gençlere ne de İnegöl ve Dörtyol'da ucu görünen provokasyona dikkat ediliyor. Ülkenin temel sorunları, üstelik hiç de kaliteli olmayan, bir Hacivat - Karagöz atışmasının arasında kaybolup gidiyor. Bu atışmada perdenin diğer tarafında kalan bizler arkası yarın misali Recep Bey veya Bay Kemal acaba mevzuya yarın nasıl bir “ayar” verecek diye bekliyoruz.

Televizyon kanalları ise muhabirlerini ve kameramanlarını tatil beldelerinde “sanatçı” peşinde koşan paparazziler gibi bu iki “siyasetçi”nin peşine takmış, “son dakika” başlığıyla verebileceği “haber” peşinde. Yakaladıkları atışmaları ana haber bültenlerinde Bay Kemal’in sabah söylediği söz, Recep Bey’in öğlen ona verdiği yanıt, Bay Kemal’in ikindi vakti kontra yanıt ve Recep Bey’in akşamüstü kapanışı şeklinde sunuyorlar (her zaman son yanıtı Recep Bey veriyor değil elbette).

Ancak Hacivat ve Karagöz insanları eğlendirip kahkahalar attırırken Recep Bey ve Bay Kemal yüzümüzde acı bir gülümsemeden başka bir tepkiye yol açamıyor. Bize ülkemizde ne kadar sığ bir siyaset yapıldığını, sağından soluna herkesin belirli kalıpların içine girip, hakkında bir sürü laf çevirdikleri konunun içeriğine bakmadan düşman gördüğünün karşısına geçmeye ne kadar meraklı olduğunu gösteriyor. Yurttaşların ise bir kısmı Hacivat’ın bir kısmı Karagöz’ün söylediklerine içeriğine çok da dikkat etmeden alkış tutuyor. Karşımızda “Yar bana bir evet ihsan eyle” diyen bir Hacivat'a “Hayırda hayır vardır deyin Recep Beye” diye yanıt yetiştiren bir Karagöz var.

Geleneksel Hacivat ve Karagöz kalıbının kötü bir taklidi olan bu post modern gölge oyununu dağıtacak bir güç henüz ortaya çıkmadı. Bu gücü potansiyel olarak taşıyan sol ise hâlâ gölge oyunuyla mücadeleyi gölge boksu olarak anladığı için, boşluğu yumruklayıp duruyor.

Sol, kendi Hacivat ve Karagözlerinden kurtulup, perdeyi yıkıp viran eyleyecek teoriye ve pratiğe ulaştığı zaman bu gölge oyunu dağılacak. Ne zaman mı olacak? 'Hemen şimdi. Katıl, değiştirelim!'

Mitinglerde kalabalıklara yağlı urgan atan Tuzsuz Deli Bekir'in ne dediği ise Hacivat ve Karagöz arasındaki atışmanın kaldırdığı toz duman arasında pek anlaşılmıyor. Modern Karagöz perdesinde, o ancak ana haber bültenlerinin son dakikalarında yer buluyor ve fanatik hayranlarının dışında kalan oylarının bir kısmı Hacivat Bey'e bir kısmı Bay Karagöz’e kayıyor gibi görünüyor.

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Anayasa mı hal tüzüğü mü?

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Malatya'da yurttaşlara şöyle sesleniyor: “Bu anayasa değişikliğinde kayısıyla ilgili bir şey var mı? Yok. O zaman hayır deyin...”

Ana muhalefet partisinin genel başkanını ülke anayasasındaki önemli bir değişiklik üzerine halktan ret oyu isterken yaptığı değerlendirme şimdilik bundan ibaret. Değişiklik şu yönden iyi veya bu yönden kötü değil, kayısıyla ilgili bir şey yok. Acaba bu tercihten anayasa değişikliğine hayır kampanyasını İzmir'de üzüm, Aydın'da incir, Rize'de çay, Antalya'da muz, Bitlis'te tütün, Diyarbakır'da karpuz, Amasya'da elma üzerinden yürüteceğini mi anlamalıyız? Çünkü değişiklik önerisinde kayısıyla ilgili bir şey olmadığı gibi üzüm, incir, çay, muz, tütün, karpuz veya elmayla ilgili bir şey de yok. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu anayasa ile yaş sebze-meyve hali tüzüğünü karıştırmış gibi görünüyor.

Barajlar ülkesi...

Türkiye gerek enerji üretimi gerekse politika üretimi alanında bir çok baraja sahip olan bir ülke. Devletimiz, olur olmadık her yere HES yapmanın yanı sıra politik alanda da engelleri çoğaltmayı seven bir zihniyete sahip. Derelerin özgür akmasını engelleyen bu yapı, aynı zamanda seçmenlerin de istedikleri partiye özgürce akmasını engelliyor.

Seçmenlerin özgürce akmasını engelleyen bu siyasi yapıda aslında iki sistem bir arada yürütülmekte. Yani Türkiye'de sistem hem bir cumhuriyet hem de bir krallıktır ve bu iki sistemin başındaki kişi aynı olmakla beraber sıfatları farklıdır. Cumhuriyet sisteminde yürütmenin yani bakanlar kurulunun başına "Başbakan" denir. Aynı "Başbakan" krallık sisteminde ise "Barajlar Kralı" olarak adlandırılır. Yani Türkiye'de her Başbakan aynı zamanda Barajlar Kralı'dır. Sistemin başına geçen herkes -muhalefetteyken aksini düşünse de- ülkenin ilerlemesinin tek yolu olarak enerjide ve siyasette istikrarın korunması gerektiğini ve bunun da barajları koruyup geliştirerek gerçekleşeceğini düşünür.

Galatasaray'dan Taksim'e...

Galatasaray – Taksim arasındaki 500 metrelik mesafede yapılan yürüyüş, insan zinciri, oturma eylemi, bildiri dağıtma, dergi-gazete satma gibi etkinlikler nedeniyle Türkiye’de muhtemelen metrekare başına en çok solcunun düştüğü yerlerden birisidir. Peki, bir tür sol panayıra dönüşmüş olan bu alanda yapılan bu tür etkinliklerin amacına ulaştığından söz edilebilir mi?

Elbette bu sorunun yanıtını vermek için önce yapılan etkinliğin amacı tanımlamak gerekiyor. İki tip amaç olduğu söylenebilir. Bunlardan birincisi sol kamuoyuna -yani bizimkilere- bakın biz şu kadar kişi şu konuyla ilgili eylem yaptık diyebilmektir. Eğer bu gerçek bir amaç olarak kabul edilirse pekâlâ bir yerlere ulaştığı söylenebilir. İkinci amaç ise ulusal ve olabiliyorsa uluslararası kamuoyuna fikirlerini, tepkilerini ulaştırabilmektir. Yapılmak istenen buysa rahatlıkla amaca ulaşmadığı söylenebilir. Zira 50–100 kişilik toplulukların İstiklal Caddesinde yaptığı etkinliklerin ulaştığı kitle, o an caddeden geçmekte olan kişilerle sınırlı kalıyor. Hatta o kişilerin bu tip etkinliklerle karşılaşma sıklığı düşünülürse muhtemelen kayıtsızlık boyutuna geçtiklerini tahmin etmek yanlış olmayacaktır. Dikkat çekebilmek için dikdörtgen pankartlardan yuvarlak lolipoplara, dikdörtgen bayraklardan yelken bayraklara veya ıslık çalmaktan düdük çalmaya geçilmesinin pek faydasının olmadığı ortada. Yani bu etkinliklerin hedef kitlesi ancak ve ancak bu tür konulara ilgi gösteren, takip eden kişilerle sınırlı kalmaya devam ediyor.


CHP yine mi rol çalacak?

Geçtiğimiz hafta sonu ülkemizin kadim devlet partisi CHP'nin 33. olağan kongresini idrak ettik. Beklenmedik bir takım gelişmeler sonucunda bir anda ortaya çıkan ve seçilen yeni (Neresi yeni?) CHP Genel Başkanının kurultay konuşmasını hepimiz dinledik. Görülen o ki CHP'nin yeni Genel Başkanıyla birlikte eskisinden daha fazla iş, işsizlik, yoksulluk ve yolsuzluk sözcükleri havada uçuşacak. Peki liberal siyasete sahip partilerin dahi işsizliği ve yolsuzluğu bitireceğiz söylemlerine sahip olduğu günümüzde CHP'yi onlardan farklı kılan ne? Ya da doğru soru şöyle olabilir: Bundan sonra CHP'yi hangi yeni söylemine / eylemine bakarak sol kabul edeceğiz?

Sıradan bir merkez partisinin söyleyebileceği söylemlere sahip, Kürt sorununu işsizliğe ve yoksulluğa indirgeyen, Ergenekon'u bir takım aydınların uzun süre tutuklu kalmalarıyla sınırlayan, Alevileri ise es geçen bir bakış açısını neden sol saymalıyız? Eşitlikçiliği andıran popülist bir “yarattığımız katma değeri hakça bölüşeceğiz” söylemine bakarak kırk yıllık kaninin yani, CHP'nin de birden solcu oldouğuna / olabileceğine nasıl ikna olacağız?

Popülist söylemlere tav olup solun yeniden salt, mutlak ve ekonomik bir eşitlik yanılsamasına geri çekilmesine sessiz kalarak yeniden yerinde say komutunun gereğini mi yerine getireceğiz?

Milletvekillerinin Dersim katliamını övenlerden, insanların kökenlerinde Ermenilik olabileceğini bir suçmuş gibi öne sürenlerden, üniversitelerde kurduğu ikna odalarını hala savunanlardan geçilmediği bir partiyi, sırf genel başkanı “faşizme geçit yok” gibi kime ve neye yönelik olarak söylendiği belli olmayan ama tarihsel bir anlamı olan sloganı kullandı diye faşizme karşı mı kabul edeceğiz? Hem de milletvekilleri arasında 'MHP ile farklı olduğunuz noktalar nelerdir' sorusuna yanıt veremeyip bunun yerine ortak özelliklerini sayan kişiler olduğu halde.

Yıllardır bildik statükocu, devletçi, milliyetçi ve militarist bir politikayı sürdüren CHP'yi şimdi yeni genel başkanı birkaç popülist retorik kullandı diye solcu ve demokrat ilan etmek, 'Çarşı grubu' birkaç protest tezahürat yaptı diye Beşiktaş'ı halkın takımı ilan etmeye benziyor.

Peki, bu durum yeni veya eski solcular, özgürlükçü sosyalistler açısından neyi getirecek? “Eski” sol halihazırda zayıf. “Yeni” bir başlangıç iddiasında bulunanlar ise kontrpiyede yakalanmış gibiler. İdeolojik tutarlılığını ve pratik hareketliliğini bir türlü tutturamamış olan Sol şimdi bu estirilen kasketli Kılıçdaroğlu rüzgarı karşısında nasıl duracak?

Kasketli Kılıçdaroğlu rüzgarı geçene dek afişe pankarta para harcamayalım da bir yöntem elbette ama asıl sorun Solun bir kere daha yerinde saymasına, CHP'nin yine rol çalmasına izin verilecek mi? Yeni ve eski solcuların, özgürlükçü sosyalistlerin önlerindeki bu önemli soruya nasıl bir yanıt üreteceklerini ise önümüzdeki günlerde hep beraber göreceğiz.

Ufuk Uras'a Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği...

Solcuların bir kısmı tarafından bir süredir “liberal” olmakla itham edilen Ufuk Uras, bu kez de diğer bir kısmı tarafından “otorite”ye boyun eğmekle, “ilkesiz” ve “makyavelist” olmakla itham ediliyor. Fakat bu kez durumu ilginç kılan şey başka: Develer berber pireler tellal iken solcular birbirlerinin beşiğini tıngır mıngır sallayıp siyaset yaptıklarını sanırken o bir kısım Ufuk Uras’la yolunu ayırırken artık boş yere sallanmaktan sıkıldık deyip duran ikinci kısım yolunu birleştiriyordu.

İşte çok değil 1–2 ay öncesine kadar birlikte parti kurma çalışmalarını en üst düzeyde yürüten bu ikinci kısımdaki insanlar şimdi neden Ufuk Uras’a ilkesiz ve makyavelist deme ihtiyacını (evet, bu bir ihtiyaç gibi görünüyor) hissettiler?