27 Nisan 2011 Çarşamba

...Beddua...

Siz, beddua etmeyi bilir misiniz? Öyle “lanet olsun”, “Allah kahretsin” veya “Allah belanı versin” gibi bildik kalıplarla değil ama eski usulde. Hani o an içinden kötü olana dair ne geçerse sayıp dökersin ya, işte ondan bahsediyorum.

“Seni mezarına yatıracak bir oğul sahibi olmayasın hiç, senin için yas tutacak bir kız sahibi olmayasın, gözlerin kanla dolsun, kulaklarına ulumalar dolsun, bağırsakların taş dolsun…”

Ben kendi payıma şimdiye kadar hiç öyle beddua etmedim. Öyle beddua etmemi gerektirecek bir şey yaşamadığım gibi zaten beddua etmeyi de bilmem. Sanırım beddua etmek zamanımıza ait değil. En azından bu zamanda bizim bulunduğumuz mekânlara ait değil. Yine de bazen beddua edebilmeyi istiyorum çünkü insan düzeltemeyeceği öyle şeyler dinliyor, öyle şeyler okuyor, öyle şeyler öğreniyor ki içinden beddua etmek geldiği gibi elinden de zaten başka bir şey gelmiyor. Yani bir rahatlama aracı olarak kullanmak için değil ama gerçekten tutması için…

Bu beddua merakı nereden çıktı diyecek olursanız, bir kitap okudum ki adı “Kanatsız Kuşlar”dı, ve ben de korkunç bir beddua etme isteği uyandırdı. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde geçen yani bizim tarih kitaplarından “gerileme devri” olarak öğrendiğimiz dönemde, Rumların, Türklerin az da olsa Ermenilerin ve Yahudilerin içi içe ama kelimenin tam anlamıyla iç içe yaşadıkları küçük bir Ege kasabasının Büyük Savaş* sonucunda yavaş yavaş değişmesini, dönüşmesini, acımasız gerçeği söylemek gerekirse yok olmasını anlatıyor.
Kitaptaki tarife göre bu sevimli prototip kasaba, insanların dillerinin, dinlerinin, kültürlerinin ve gündelik alışkanlıklarının birbirine karıştığı, yeni bir kültürün yavaştan doğmaya başladığı küçük bir Ege kasabası. Ve anlatılan, Müslümanlarla Hıristiyanların evlenmesinin normal karşılandığı, ondan da ötesi evlenen kadının dinini değiştirmesinin bir gereklilik olarak normal kabul edildiği ama aslında her iki dinden insanların da zaten birbirlerinin dini inançlarını bilip, törenlerine katıldıkları için bunun çok da sorun edilmediği bir kültürün yok oluşunun hikâyesi. Yeni doğan bir çocuğu kutsamaya dinine bakmaksızın hem imamın hem de papazın gittiği, dileklerinin gerçekleşmesini ve kötülüklerden korunmayı isteyen Müslümanların kilisede mum yakarak Meryem Ana’dan yardım istediği, Hıristiyanların muska takıp, dilek ağacına mendil bağladığı, şimdi bize varlığı hayal gibi gelecek olan bir kasabanın yok oluşunun hikâyesi.

Okuyanda, yani bende, beddua etme isteğinin uyandığı kısım ise ilk olarak kasabadaki Ermenilerin ihanetle suçlanıp “tehcir” edilmesiyle başlıyor. Kasabanın Rum ve Türk halkı Ermenilerin imparatorluğa ihanet ettiğini duyuyor ve dış dünyaya hayli kapalı bir yaşam olduğu için bilginin geldiği kaynağı sorgulamaksızın bunu böyle kabul ediyor. Kasabada az sayıda bulunan Ermeni “tehcir” edilmeye başlandığında ve hepsine hastalıklarında ilaç temin ederek sağlıklarını kazanmasına yardımcı olan Ermeni Levon’un alınıp götürülmesiyledir ki ancak olup bitenlerde bir yanlışlık olduğunun farkına varıyorlar. Bu esnada götürülen Ermenilerin kasabanın girişindeki ormanda nasıl katledildikleri anlatılıyor.

(Hikâyenin bir Ege kasabasında geçtiğini söylemiştim değil mi? Hani Ermenilerin Doğu cephesinde Ruslarla savaşan Osmanlı ordusunu arkadan vurduğu gerekçesiyle “tehcir” edildiği söyleniyor ya o bakımdan hatırlatayım istedim.)

Böyle başlıyor sevimli, sıradan, zaman zaman sıkıcı ama çoğunlukla mutlu küçük bir Ege kasabasının çoraklaşma hikâyesi. Sonra “Büyük Savaş”la birlikte “öğrenilen” milliyetçilik ve nefret, Yunan ordusunun işgaliyle başlayan ve bir taraf için “Kurtuluş” diğer taraf için “Felaket” olarak sonuçlanan yeni savaş, karşılıklı katliamlar derken… Batılı büyük güçlerin kendi çıkarları için kışkırttığı ve en hafif tabirle ahmak yöneticilerinin birbirine kırdırttığı iki halkın hazin sonu. Anadolu’dan 1,5 milyona yakın Rum’un Yunanistan’a ve Yunanistan’dan 600 bine yakın Müslüman’ın Türkiye’ye gönderilmesi. Değiş tokuş, yani korkunç mübadele. İnsanların yüzyıllardır yaşadığı topraklardan sökülüp atılması.

İşte kitabın beddua etme isteğini en üst düzeye çıkardığı kısımları bu mübadele zamanları. Yani, her şeyden habersiz kendisini hâlâ Osmanlı sanan, savaşın bitmesiyle hayatlarını düzene sokmayı planlayan kasabanın Hıristiyan nüfusunun, bir gün ansınızın toplanarak jandarmalar eşliğinde götürülmesi. İnsanların nasılsa bir gün döneriz diye evlerinin anahtarlarını komşularına teslim ederek sırf başka bir dinden oldukları için dillerini bile bilmedikleri başka bir ülkeye gönderilmeleri. Ne gidenlerin ne de kalanların anlayamadıkları bu sürgüne engel olmak için hiçbir şey yapamamaları. Benzer şekilde gönderilen Ermeni komşularının başına gelenleri bilen kasabanın Türk sakinlerinin, komşularının başına benzer şeyler gelmesin diye onlara gemilere kadar eşlik ettiklerinin anlatılması da bu beddua isteğini bastırmak bir yana, daha da artırıyor.

Sonuçta geride kalan çoraklaşmaya başlayan bir ülke. Ve işte bugüne varan halimiz: 55 milyon Türk, 15 milyon Kürt, 60 bin Ermeni ve 5 bin Rum…

Beddualar tutar mı bilmiyorum ama ben bu kitabı okuyunca “Büyük Savaş”ı başlatan Batılı büyük güçlere, halkları birbirine düşüren yöneticilerine, savaş ortamından yararlanıp fırsatçılık yapan çakallara büyük beddualar ettim.

Beddualar tutar mı bilmiyorum ama umarım tutuyorlardır.

0 yorum: