3 Şubat 2013 Pazar

Neden AB, Hırvatistan’a Daha Fazla İhtiyaç Duyuyor?

Hırvatistan’ın Temmuz 2013’te, Avrupa Birliği’nin 28. üyesi olması bekleniyor. Garip ama duruma bakarsak AB bu katılımdan Hırvatistan’a göre daha fazla kazanç elde edecek gibi görünüyor.

2005 sonlarında Hırvatistan ve AB arasındaki katılım müzakereleri resmen başladığında, önde gelen liberal Hırvat günlük gazetelerinden biri, zafer ilan eder gibi ilk sayfasının tamamını kaplayacak şekilde şu manşeti atmıştı: “Hoşçakal Balkanlar!” O zamanlar, Avrupa Birliği’ne dair hâkim ve tipik duruş şöyleydi: Bir tür kendi kendini gerçekleştiren efsaneye göre Balkanlar, Batıya katılarak “uygarlaşması” gereken bölge. Sadece sekiz yıl sonra, Hırvatistan nihayet Avrupa Birliği’nin bir parçası oluyorken ne AB ne de Balkanlar artık aynı imaja sahip. Bugünün durumu biraz da doktorun ilk önce iyi haberi mi kötü haberi mi duymak istersin diye seçim yaptırdığı hastayı anlatan meşhur fıkraya benziyor. Elbette hasta önce kötü haberi duymayı seçiyor. Doktor “Kötü haber; kansersin. Ama endişe etme, iyi haber; Alzheimer’ın var ve eve gidince kötü haberi çoktan unutmuş olacaksın” diyor. Bu, tam da kötü haberin, Hırvatistan’ın büyük politik ve ekonomik kriz yaşadığı, neredeyse her gün yeni bir yolsuzluk haberi patlamadığı ve işsizlik oranının yükseldiği, iyi haberinse “Merak etmeyin, AB’ye gireceksiniz” diye sunulduğu Hırvatistan’ın AB’ye katılımı durumuna benzemiyor mu?

Rıza imalatı 

Avusturya Yayın Şirketi teleteksti, Hırvatistan’ın, AB üyeliğiyle ilgili yaptığı referanduma dair “AB’ye katılım lehine açık bir çoğunluk var” diye yazdı. Ve gerçekten de kullanılan oyların üçte ikisi “Evet” çıktı. Ama yüzde 43’lük tarihi düşüklükteki katılım oranını hesaba katarsak aslında nüfusun en fazla yüzde 29’u kadarının AB’ye katılım lehinde oy kullandığı anlamı ortaya çıkıyor. Hırvatistan’ın AB referandumunun gecesi Lahey’deki hücresinden serbest bırakılan ve bir zamanlar Hırvatistan’ın AB’yle müzakerelerindeki en büyük engellerden olan eski savaş generali Ante Gotovina, Hırvat halkına AB lehinde oy kullanmaya davet eden bir mektup gönderdi. Aynı zamanda iki büyük Hırvat partisinden şu anda iktidarda olan sosyal demokratlar (SDP) ve daha önce iktidar olan muhafazakârlar (HDZ), Hırvat Katolik Kilisesi’yle birlikte seçmenleri “başka bir alternatif yok” konusunda ikna etmek için her şeyi yaptı.

Referandumdan sadece birkaç gün önce Dışişleri Bakanı, “Evet” verilmedikçe emekli maaşlarının ödenmeyeceğini ifade edecek kadar ileri gitti. Ve 600.000 Avro’ya mal olan “Evet” kampanyası sayesinde, temel söylemler benzer “şantaj alternatifleri”ydi. En sık söyleneni şuydu: “Eğer AB’ye girmezsek Balkanlar’da kalırız”. Böylesi bir atmosferde, tüm Üye Devletler arasında en düşük katılımın gerçekleştiği AB’ye üyelik referandumunun Hırvatistan’da olması şaşırtıcı değil. Hırvatistan, referanduma sadece yüzde 43’lük katılımla, daha önce yüzde 45’le rekora sahip olan Macaristan’ı geçti. Resmi sonuçlardan sonra olası açıklamalardan biri Hırvatistan başbakanı tarafından, istemeden de olsa Bertol Brecht’in “Hükumet halkla anlaşamadığı zaman, halkı değiştirmenin zamanı gelmiştir” şeklindeki ünlü sözünü hatırlatırcasına, uygun bir şekilde dile getirildi: “Referandumun başarısız olabileceği korkusuyla anayasayı değiştirdik”. AB’ye katılım nedeniyle sadece referandum kuralları değil, aynı zamanda diğer (yasal, ekonomik vs.) şeyler de önceden düzenlendi. 

Hoşçakal halk! 

Muhammed Bouazizi’nin Arap Baharı’nı tetikleyen kendini yakma eyleminden sadece altı gün sonra, 41 yaşındaki televizyon teknisyeni Adrian Sobaru, Romanya Başbakanı Parlamento’da konuşma yaparken üzerinde “Çocuklarımızın geleceğini öldürdün! Bizi sattın!” yazan bir tişörtle kendini balkondan atarak intihara teşebbüs ettiğinde hiç kimse bunu Avrupa Birliği’nde ileride neler olacağının bir işareti olarak görmedi. Sadece bir yıl sonra binlerce Romen (özellikle sağlık sisteminin özelleştirilmesine duydukları tepkiyle) tasarruf önlemlerini protesto etti. Avrupa Birliği’nin 2004 veya 2007’deki genişlemesinin aksine, havada Hırvatistan’ın kulübe katılımına dair herhangi bir iyimserlik yok.

AB, sadece geçen yıl İspanya, Portekiz ve Yunanistan’dan İngiltere, Macaristan, Romanya ve gelecekteki üye Hırvatistan’a kadar büyük protestolar ve genel grevlerle karşı karşıya kaldı.1 Ve AB’de, kendini sadece sağcı hareketlerin (Altın Şafak vd.) başarıları ve hükumetleriyle (Viktor Orban) ortaya koymakla kalmayan yeni bir anti demokratik eğilim var. Demokrasiye daha büyük tehdit, yeni milliyetçi eğilimleri güçlendiren ve hepsi de Goldman Sachs’a çalışmış olan Mario Monti, Mario Draghi veya Lucas Papademos gibi yeni teknokrat elitlerden geliyor. Aslında sonuncusu, bugün AB’de neyin yanlış olduğunu gösteren en iyi örnek. Eğer (“baba” ve “hoşça kal” anlamına gelen) “papa”nın etimolojik anlamına bakarsak, hem “halkın babası” (Papa demos) olan hem de “Halka hoşça kal” (Pa-pa demos) anlamını olduğunu görürüz. Bu tuhaf benzerliğe dair Sloven filozof Slavoj Zizek parlak bir Hegelci sentez yaptı: Eğer ikisini yan yana koyarsanız, Jupiter hariç bütün çocuklarını yiyen Saturn mitolojisinden ne bir eksik ne de bir fazlası elde edersiniz (Hırvat ve Sloven dillerinde “papa” aynı zamanda “yemek” anlamına geliyor)

Aslında, Hırvat referandumu, AB’nin demokrasi açığının bir başka göstergesi oldu. Referandum, her şey ayarlandıktan sonra yapıldı. 2003'te Hırvatistan AB üyeliğine başvurduğunda referandum olmamıştı. 2005’te Hırvatistan AB’yle resmen müzakerelere başlığında da referandum olmamıştı. 2010’da, gelecekteki AB üyeliği için anayasa ve referandum kuralları değiştirildiğinde de referandum olmamıştı. Diğer bir deyişle, bugün bütün bu adımlardan sonra zaten seçilmiş olanı seçebileceğimiz bir durumdayız. Hırvat hükumeti tarafından defalarca tekrarlanan “Alternatif nedir” sorusu kulağa şantaj gibi geliyor ve tuhaf bir şekilde Margaret Thatcher tarafından meşhur edilen “Al-ter-na-tif yok” sloganını anımsatıyor. Ve hiç de tesadüf olmayan bir şekilde sosyal demokrat görünümde bir hükumetin, neoliberal reformları önceki muhafazakâr hükumetten daha hızlı ve etkin bir şekilde uygulamaya koyduğu bir paradoksla karşı karşıyayız. Bu sosyal demokrat hükumet, şimdiden ekonomiyi kurtarmak adına, otoyol ve demiryollarının, enerji sektörünün ve hatta hapishanelerin aşama aşama özelleştirileceğini duyuruyor.

Avrovirüs veya Balkanlar’dan nasıl kaçılır 

Aynı zamanda hükumetin, ilk olarak artık Balkanların bir parçası olmayacağımız, ikinci olarak da nihayet Batının bir parçası olacağımız için AB’ye katılmalı diye halkı ikna etmeye çalıştığı tuhaf bir duruma tanıklık ediyoruz. Bazen şu anda kulübe üye olan önceki adayların izlediği yola bakmak, her yeni üyeyi ne tür bir efsanenin avladığını görmeye yeterli oluyor. Sloven sosyolog Mitja Velikonja, yeni avromerkezliği eleştirdiği EUROSİS kitabında, politika, medya, kitle kültürü, reklamlar ve günlük konuşmalar gibi sosyal hayatın tüm tabakalarında görülen ve normalleştirilen yeni avromerkezli söylemlerin sınırsızca yeniden üretilmelerini gözlemlemekten başlayarak geniş bir söylem analizi yaptı. Kendi sözleriyle: “2004 baharında, tek parti dönemindeki zihni tektipleştiren Yugoslav totaliterliğinde gördüğüm kızıl komünist yıldızlardan daha fazla sarı Avrupa yıldızları gördüm.3 Kısaca elimizde olan şey bir tür “virüs” olduğu için yeni kavramımız “Avrovirüs” 

Hep aynı şey oluyor: Zamanın Slovenya Dışişleri Bakanı’na göre, Slovenya, AB’ye katılarak “Avrupalı merkeze, Avrupalı eğilimlere, Avrupalı yaşama, Avrupalı refaha, Avrupalı dinamiklere ve benzerlerine bir adım daha yaklaştı. Diğer yandan, “geri”, “kötü” veya “tercih edilmeyen” her şeyi tahmin edebileceğiniz gibi Balkanlar temsil ediyor. Ya da bir gazetecinin İspanyolca günlük gazete El Pais’de dediği gibi “Slovenya, AB’ye katılarak Balkan lanetinden kaçtı”. Oysa daha yakından bakacak olursak Avrupa çoktan “balkanlaştı” ve diğer yandan da Balkanlar “Avrupalaştı” bile. Bu, en iyi, Slovenya’nın AB’ye girişinden beri Balkan bölgesinde dolaşarak bir adaydan diğerine hareket eden, şu anda geçici olarak Hırvatistan’da konaklayan ve Karadağ ve Sırbistan gibi diğer ülkelere göçmeyi bekleyen temel efsanelere bakarak açıklanabilir. Birinci efsane yolsuzlukla, ikincisi refahla ilgili ve üçüncüsü de bizi son Nobel Barış Ödülü’ne götürüyor.

Daha fazla yolsuzluk yok mu?

İşte ilk efsane: “AB’ye girdiğimiz zaman daha az yolsuzluk olacak”. Eski Hırvatistan Başbakanı Ivo Sanader’in Hırvatistan’dan kaçışı ve Salzburg yakınlarında yolda yakalanmasına dair Hollywoodvari hikâyeyi artık herkes biliyor. Avusturya’nın Hypo-Alpe Adria Bankası ve Macar Petrol Şirketi’yle de dâhil olmak üzere pek çok yolsuzluk ilişkisi içinde bulunmakla suçlanmıştı. Diğer bir deyişle, Avrupalı ortakları olmasaydı bu yolsuzluklara bulaşamazdı. Son keşfe göre, Sanader ve Sarkozy arasında 2008 yılında varılan bir anlaşma sonucu, Hırvatistan Havayolları iflas etmekle karşı karşıya. Sanader, eski Fransa Başkanıyla Airbus Fransa’dan dört uçak almak üzere 135 milyon avroluk bir anlaşmaya varmıştı.4 Hırvatistan Havayolları’nın aslında uçaklara ihtiyacı yoktu ama bu anlaşma, Fransa AB Konseyi başkanlığı devralmadan önce, Sanader’in Sarkozy’yle görüşme ayarlaması için tek güvencesiydi. Aynı zamanlarda Jacques Chirac yolsuzluktan suçlu bulundu ve Alman Cumhurbaşkanı Christian Wulf, yolsuzluk suçlamaları yüzünden istifa etmek zorunda kaldı. AB’de, Balkanlar’dan daha az yolsuzluk olduğunu iddia eden teze dair söylenecek çok şey var. Karşılaştığımız şey, Frankfurter Allgemeine Zeitung’da mükemmel bir şekilde ortaya konulan bir çifte standart durumu: “Daha fazla Avrupa’ya”5 ihtiyacımız var iddiasının yer aldığı Komisyon Başkanı Barroso’nın uzun bir röportajına eşlik eden Romanya’nın Şengen Bölgesine dâhil olmak için yeşil ışık almayacağına dair kısa bir haber. Neden? Çünkü yolsuzluk var. “Reformlar” ve “izlemelerden” bu kadar söz edilirken neden aynısı AB’nin kendisine uygulanmıyor? Daha da ötesi: Neden yeni Üye Devletler, AB’yi izleyemesin?

Düzenli iş sıkıcıdır!

Ve ikinci efsaneye geldik: “AB’ye girdiğimiz zaman, daha fazla refah olacak”. Bu efsaneyi boşa çıkarmak zor değil. Çevrenin merkez için gerçekte ne anlama geldiğini mükemmel bir şekilde gösteren PIIGS veya son zamanlarda GIPSI (Yunanistan, İtalya, Portekiz, İspanya, İrlanda) diye adlandırılan ülkelerin “refahına” bakmak yeterli. Hırvatistan merkeze katılmayacak, GIPSI’nın bir parçası olacak. Son istatistiklere göre Hırvatistan, genç işsizliğinde yüzde 40 oranla Yunanistan ve İspanya’dan sonra üçüncü sırada. Polonyalı filozof Jaroslaw Makowski’nin belirttiği gibi “Şimdiye dek sosyologlar sözde “kayıp nesle” odaklandılar ama politikacılar, İtalyan Başbakanı Mario Monti gizli sessizlik anlaşmasını bozup genç yurttaşlarına “Siz, kayıp bir nesilsiniz” diyene kadar bu cümleyi kullanmak konusunda ihtiyatlıydılar. Monti, “Gerçek ne yazık ki hiç de hoş değil ama umut vaadi birkaç yıl içinde genç olacaklar için geçerli olacak.6

Monti, gençlere yatırım yapmak yerine “Genç insanlar ömür boyu sahip olacakları bir iş fikrinden vazgeçmeliler” diyecek kadar ileri gitti ve ekledi: “Daha da ötesi, ne kadar sıkıcı! Değişmek ve yeni mücadelelere girişmek daha güzel”. Yani, Makowski’nin dediği gibi, bir yandan elimizde 2011 yazında Londra sokaklarında eylemde gördüğümüz “çileden çıkartılmış gençler”, yetenekleri ve arzuları hilafına uzun süreli işsizlik veya esnek işlerle karşı karşıya kalan “yeni yoksullar” var, diğer yandan Avrupa’nın son dayanağı Erasmus nesli olmasına rağmen, eğitimin "tasarruf önlemlerinin"7 bir parçası olarak kırpılması var. Belki Max Horkheimer’in meşhur sözünü başka türlü söylemenin vakti gelmiştir: “Neoliberalizm hakkında konuşmak istemeyen kişi, aynı zamanda AB konusunda da sessiz kalmalıdır.” Aynısı Hırvatistan’daki “reformlar” için de söylenebilir. Mali sektör reformlarıyla ilgili konuşmak istemeyenler, diğer (yasal, insan hakları vd.) reformlarla ilgili konularda sessiz kalmalılar. Hırvatistan’daki bankaların şimdiden yüzde 90’ından fazlası Avusturyalı, Fransız, Alman veya İtalyan ve Hırvat “Avro uyumlu” seçkinler, AB’ye katılım sürecinin önemli bir parçası olarak gösterdikleri daha ileri neoliberal reformları hayata geçirmeye çalışıyorlar. Ve belki de bu Sayın Barroso’nun Hırvatistan’ın AB’ye katılımının AB’yi güçlendireceğini söylerken kastettiği şeydir (yeni özelleştirmeler ve yeni sermaye akışı).

Savaş Barıştır

Refah efsanesiyle bağlantılı üçüncü efsane şöyle: “AB’ye girdiğimiz zaman daha fazla istikrar olacak” Ya da bir liberal Hırvat entelektüelin referandumdan önce dediği gibi: “Bizim için seçenek belli: Ya Balkanlar ya da uygar uluslar”. Meslektaşı ise şöyle demişti: “Avroseptikler sadece bağnaz gericiler, delice yurtseverler, savaş suçlusu hayranları ve trajikomik vizyonerledir”. Bu, Emir Kusturica’nın filmlerinde gösterdiği şekilde, Balkanların sadece savaş suçları işlenen karanlık bir bölge olduğuna dair eski bir efsane.8 Bu efsane, Maria Todorova’nın aynı adlı klasik olmuş kitabında çok iyi açıkladığı gibi “Hayali Balkanlar”ı anlatıyor. Ama Avrupa Birliği 2012 yılında “Avrupa’da barış ve uzlaşma, demokrasi ve insan haklarında ilerlemeye katkıları” nedeniyle Nobel Barış Ödülü’nü aldığında, Norveçli jüri resmi açıklamasında aynen bu efsaneyi tekrarladı: “Hırvatistan’ın gelecek yıl üye olarak katılımı, Karadağ’la üyelik müzakerelerinin başlaması ve Sırbistan’a adaylık statüsünün verilmesini Balkanlar’da normalleşme sürecini güçlendirdi”. Yani karşılaştığımız şey, Srebrenica’da olduğu gibi katliamları engellemekte başarısız olmasına rağmen Avrupa Birliği’nin uygarlaştırıcı görevinin tebrik edilmesi oldu. Yine de Nobel Barış Ödülü’nü itibarsızlaştırmak gerekmiyor: En son Henry Kissinger aldığında, Orwell’in “Savaş Barıştır” şeklindeki meşhur ifadesinin ödüllendirmenin yeni mottosu haline geldiği şüphesi ne Irak’tan ne de Afganistan’dan askerlerini çeken Obama’nın tercihiyle ortadan kalktı. Bununla beraber, AB’ye üye olmanın ön koşullarından birinin de Libya ve diğer yerlerdeki müdahalelere baktığımızda pek de uzlaşma sürecini güçlendirmeyen” NATO’ya üyelik olduğunu da vurgulamak gerek. Ya da AB’nin yine Avrupa demokrasisi tehdit altında iddiasıyla “İslamcı radikallerle” savaşmak üzere asker gönderdiği Mali’ye bakın. AB Konseyi başkanlığını elinde tutan Kıbrıs’ın hala bölünmüş bir ülke olduğunu ve Nobel Barış Ödülü’nün yurttaşlarının iki defa AB üyeliğini reddettiği bir ülkede verildiğini belirtmek de önemli. Sonuçta, gerçek bir barışın olmadığı, tam tersine ülkeler arasında kalıcı bir ekonomik savaşın devam ettiği Avrupa’da, istikrar efsanesi, refah efsanesiyle elele gidiyor. Yunanistan’ın batmasında katkısı olan denizaltı anlaşmalarından, AB sağlık ve eğitim gibi alanlarda kesintiler için bastırırken Alman U-botlarını almak için milyarlar harcanmasından daha iyi kanıt var mı?

Yani belki de doktor fıkrasını ve roller değiştirmenin zamanı gelmiştir. Kötü haber, AB büyük politik ve ekonomik kriz yaşıyor, neredeyse her gün yeni bir yolsuzluk haberi patlıyor ve işsizlik oranının yükseliyor. İyi haberse Hırvatistan AB’ye giriyor: Tıpkı Nobel Barış Ödülü gibi, Hırvatistan’ın katılımı, Avrupa Birliği’nin şu andaki durumuna yeni güvenilirlik ve meşruiyet kazandıracak. Bu anlamda, şu anda AB’nin Hırvatistan’a, Hırvatistan’ın Avrupa’ya duyduğundan daha fazla ihtiyaç duyduğunu söyleyebiliriz.

1. Welcome to the Desert of Transition. Post-socialism, the European Union and a New Left in the Balkans“, Monthly Review, 2012, Volume 63, Issue 10 (March) and Toni Prug, „Croatia protests show failure of political promise“, Guardian, 2 April 2011
2. Özel Görüşme, Ljubljana, 2011.
3. Mitja Velikonja, Eurosis – A critique of the new eurocentrism, Peace Institute, Ljubljana, 2005.
4. http://www.croatiaweek.com/croatia-airlines-face-bankrputcy-because-of-french-airbus-deal/
5. Ich will keinen Superstaat Europa“, FAZ, 16. 09. 2012.
6. Erasmus generation, you're Europe's last hope“, 24 October 2012
7. Age.
8. Daha fazlası için: Srećko Horvat, „The Land of Blood and Money“, Eurozine, 01.03.2012

Srecko Horvat

Transform!

0 yorum: